Sezai Karakoç dendiğinde de aklıma gelen şeylerden biri Kudüs’tür. O, Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı edebiyatımıza taşıyandır; şiirimizi Kudüsleştirendir. Türk edebiyatına Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı dâhil eden, ondan sonra da birçok yazarın, şairin gündemine girmesinin yolunu açan kişi, Sezai Karakoç’tur. Mustafa Özel yazdı.
Sezai Karakoç denince akla, birçok kavram gelebilir. Diriliş, medeniyet, edebiyat, düşünce, tarih, hesaplaşma, hassasiyet, coğrafya. Coğrafya yani coğrafyamız, büyük devletimizin yıkılmasından sonra öksüzleşen, sahipsizleşen coğrafyamız, şehirlerimiz. Şehirlerimiz içinde medeniyetimizin kilometre taşları olan; Mekke, Medine, İstanbul, Şam, Bağdat, Semerkant, Kudüs. Elbette Kudüs. Kudüs deyince benim aklıma gelen şeylerden biri, Sezai Karakoç’tur. Sezai Karakoç dendiğinde de aklıma gelen şeylerden biri Kudüs’tür. O, Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı edebiyatımıza taşıyandır; şiirimizi Kudüsleştirendir.
Türk edebiyatına Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı dâhil eden, ondan sonra da birçok yazarın, şairin gündemine girmesinin yolunu açan kişi, Sezai Karakoç’tur. Bu kanaati taşıyan akademisyen (1) ve yazarlar (2) da vardır. Onun sadece bu katkısı bile edebiyatımız için büyük bir değerdir. Sezai Karakoç’ta ümmet, ümmetin derdi, dertleri merkezî bir yer tutar. Bunu şiirlerinde de düz yazılarında da çok net görebiliriz. Bu yazıda üstadın, iki şiir ve bir yazısı üzerinde duracağız. Bunların ilki olan; “Ey Yahudi” başlıklı şiir, 21 Ağustos 1969’da fanatik bir Yahudi’nin, Mescid-i Aksa’yı yakması üzerine kaleme alınmıştır. Bu şiir, imzasız olarak Diriliş dergisinin III. Döneminin, ilk sayısı olan Ekim 1969’da yayınlanmıştır (sf. 47-49) (3).. Sezai Bey, her nedense bu şiiri, kitaplarına almamıştır. Şiirin ona ait olduğunda kuşku yoktur. Söz konusu şiir, çeşitli vesilelerle alıntılandığında Sezai Karakoç ismiyle yayınlanmıştır. “Ey Yahudi” şiirinin birçok dizesi, “ey Yahudi” diye bitmektedir.
“Nihayet Mescid-i Aksa’yı da yaktın ey Yahudi”
Şiirde çokça tekrar edilen bu ifade, şiire canlılık katmaktadır. Başlığı saymazsak “ey Yahudi” seslenişi, yirmi dört kez geçmektedir. Şiir, “Nihayet Mescid-i Aksa’yı da yaktın ey Yahudi” dizesiyle başlamaktadır. Ardından Yahudilerin insanlığa ve peygamberlere karşı tutumuna işaret eden Karakoç, onların bu hadsizliğinin temelinde, büyüklük ve gurur psikolojisinin yattığına dikkat çeker.
“Büyük Peygamber’in göğe çıktığı yeri, yaktın ey Yahudi” diyerek burasının, Peygamberimiz Muhammed’in (s.a.) göğe yükseldiği mekân olduğunu hatırlatır. Şair biraz sonra yanmakta olan Mescid-i Aksa’nın ateşinden düşecek bir közün, ölüler gibi donmuş bizlerin buzlarını çözmesini diler. Şu mısra asıl yananın, yakılanın ne olduğunu çok güzel ifade etmektedir: “Sen, asıl; kendini yaktın ey Yahudi” Mabedi yakarak insanları öldürerek bu cinayetin, bu fecaatin sorumlusu olan Yahudilerin ahiretlerini perişan ederek cehennemde ateşlerini hazırladığı dile getirilir:
Sen ancak kendi ruhunu ateşe attın
Cehennemleştirdin kendini ey Yahudi
Bu yangınla utanmazlıkta zirve yapan Yahudiler, zulüm aşkını ilan etmişlerdir. Bu yangınla onlar Kudüs’ün ruhuna ihanet etmişler, Süleyman peygamberin ruhunu incitmişler, Hz. Davud’un ruhunu sarsmışlardır. Sezai Karakoç tam burada kitapla konuşur, Davud’a verilen Zebur’u anar:
Zebur’a ihanet ettin ey Yahudi
Sonra sözü Peygamberler Peygamberine (s.a.) getirir:
Büyük Peygamberin ayak bastığı yere
İmam olup bütün peygamberlere
Namaz kıldırdığı yere
İhanet ettin, aklınca hakaret ettin
Şiir, Peygamberimizin şu kutlu sözüne; “Sizler Yahudilerle muhakkak savaşacaksınız! Savaş o kadar şiddetli olacaktır ki hatta taş: ‘Ey Müslüman! Şu arkamdaki bir Yahudidir! Gel de onu öldür!’ diyecektir.”(Müslim, Fiten, 80) telmihle devam etmektedir:
Büyük Peygamberin haber verdiği gibi
Sen cezanı çekerken
En vahşi taşların arkasına saklansan bile
Taşlar olduğun yeri haber verecek
Çünkü sen taşı bile yakacak kadar kinlisin ey Yahudi
Karakoç, Müslümanların tarih boyunca Yahudilere yaptıkları iyilikleri, onlara sağladıkları korumayı, muhafazayı hatırlatmakta, bu kinin temelinde kıskançlığın yattığına işaret etmektedir. Bir gün Kudüs’ün mutlaka kurtarılacağını, ümmet-i Muhammed’in, Mescid-i Aksa’yı altın ve zebercetten yapabilecek güce ulaşacağını ifade eden Sezai Bey, ancak o gün onlar için her şeyin sonu olacağını, dizelere şöyle dökmüştür: “O gün Tanrının azabı senin için şiddetli olacaktır Biz istesek bile seni ondan kurtaramayacağız ey Yahudi” Şair şiirin sonuna doğru yaşananların sorumlusunun Müslümanlar olduğunu, onların kendi cezalarını çektiklerini belirttikten sonra sözünü şu şekilde bağlar:
Sen de bir gün kendi cezanı çekeceksin, ey Yahudi
Sana yeryüzü lânet edecektir.
Sana gökyüzü lânet edecektir, ey Yahudi
En kısa zamanda tövbe etmezsen ey Yahudi
Bir açıdan bakıldığında onca zulme, cinayete, katliama rağmen bu şiir; bir öfke olmanın yanında Yahudileri tövbeye davet eden bir şiir olarak da görülebilir. Şiirin sonunda yer alan az önce yer verdiğimiz dizeler buna işaret etmektedir. Sezai Karakoç’un üzerinde duracağımız ikinci şiiri, “Alınyazısı Saati 1” başlıklı şiiridir. Söz konusu eser, önce Diriliş dergisinin 25 Temmuz 1988 (cilt:7, sayı: 1) tarihli sayısında “Alınyazısı Şiiri 1” adıyla neşredilmiştir. (4) Sonra ilk olarak Şiirler XIII, daha sonra Şiirler IX olarak notuyla yayınlanan Alınyazısı Saati’nde, bir iki imla farkıyla yer almıştır. (5)
Alınyazısı Saati’nin başındaki notta; kitapta yer alan şiirlerin 1979-1988 yılları arasında yazıldığı, Haftalık Diriliş Dergisi’nde 1988’de yayınlandığı belirtilmektedir. Bu bilgiden; söz konusu şiirin, 1979 yılında yazıldığı sonucunu çıkarabiliriz. Yayınlanması ise yaklaşık on yıl sonradır. Alınyazısı Saati şiiri, on üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümü, Kudüs’ü anlatmaktadır. Bu şiir, tek kelimeyle muhteşemdir. Şaire göre Kudüs, gökte yapılıp yere indirilen bir şehirdir. Kudüs’e gittiğinizde bunu net olarak görürsünüz. Bu tarih ve din kokulu şehir, ancak ilahi bir bilginin eseri olabilir. Kudüs’ü gördükten sonra Kudüs hakkında okumalar yaptıktan sonra yani gördüklerinizle bildiklerinizi harmanladıktan sonra bu şehrin Karakoç’un ifadesiyle “Tanrı şehri” olduğuna yürekten inanırsınız.
Ancak Kudüs’ün mevcut hâli -şiirin yazıldığı zamanla şimdiki hâli arasında bir fark olmadığını söylemeye bilmem gerek var mı- şairin kalbine bir ağırlık olarak çökmektedir. Hem bir ağırlık hem de bir karanlık kaplamıştır Kudüs’ü. O karanlığı aydınlatacak, dağıtacak Şam’dan gelecek bir şamdan beklemektedir. Bu “Şam’dan bir şamdan” ifadesi, ne kadar derin bir anlam yüklüdür, ne kadar şiirseldir! Okudukça okuyası geliyor insanın. Sonra söz o acı günlere, o mübarek toprakları terk ettiğimiz günlere, Birinci Cihan Harbi’ne gelir, yani hüzne gelir (sf. 628):
Bir evde perdeyi indiriyor, bir kadın
Mahşerin perdesini kıyametin perdesini
Ağlıyor, yere inen saçları
Göğü yırtan, kefen beyazı elleri
Bu acı tablonun ardından Sezai Karakoç, şiirin başında yer alan, âdeta bütün şiiri mündemiç olan o iki mısraya tekrar yer verir:
Ve Kudüs şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.
Şehrin uğradığı, maruz kaldığı işgal, ihanet ve zulüm, şairi haykırtır:
Ve yatırlar, patır patır kaçıyor geceleri
Boşaltıyorlar işgal edilmiş bir şehri boşaltır gibi
Kaçıyorlar, Lût şehrinden kaçıyor gibi
Tuz heykele dönüşmemek için Tanrı gazabıyla
Susmuş minarelerin azabıyla
Yıkılmış cami kubbelerinin ıstırabıyla
Tanrı şehri Kudüs’ün içine düştüğü hâl, sadece orada yaşayan insanları değil taşı/toprağı, börtü/böceği, suyu/havayı, herşeyi yerle yeksan etmiştir. Hayat tükenmiş, her tarafı bir ölüm sessizliği kaplamıştır. Şair devam eder:
Artık burada taş bile durmak istemez
Ve ay’ı görmek istemez zeytin ağaçları
Eğilerek selâmlamazlar, hilâli; hurmalar
Şiirin ikinci kısmı diyebileceğimiz yer, şöyle başlamaktadır:
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.
Bakır yaprakların, çelik gövdelerin, acımasız yüreklerin.
Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların.
Kurşundan çiçeklerin şehri.
Artık eski şehirden, eski Kudüs’ten eser yoktur. “Tanrı şehri” gitmiş, onun yerine “kurşundan çiçeklerin şehri” gelmiştir. Artık bombalar vardır, uçaklar vardır, tanklar vardır. Yani kurşundan çiçekler vardır. Her yanı kurşun kaplamıştır, hava kurşun gibi ağırdır. Aslında tek kelimeyle, utanç vardır. Utanılması gereken bir durum söz konusudur. Şair, bunun sebebini bütün bu yapılanların masum insanlara, binlerce yıl yurtlarında oturanlara karşı yapılması olarak görür. Yıllarca mazlum olarak yaşayan Yahudilerin, zalimliğini hiç de anlaşılır bulmaz:
Ve kim tarafından; bütün bunlar
Roma’nın, Babil’in, Asur’un ve Firavunların
Ve nice milletlerin zulmünü görenler tarafından
Yahudilerin yanlış iz üzerinde olduklarını, yanlış yolda yürüdüklerini belirten dizeler şöyledir:
“Zalime olan öcünü, mazlumdan almak
Zalim olmak ve en zalim olmak” Şiir, Yahudilerin bütün dinî değerleri terk ettiğiyle devam eder:
Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var
Tersinden okunan Tevrat hükümleri
Karaya boyanmış Mezmurlar…
Kudüs, yaşadıklarından, kendisinde yaşananlardan o kadar mustariptir, öyle suskundur ki çareyi, göklere kaçmakta bulur.
Allah’ın huzuruna çıkar, bir karar ister; adaletsizliklerin, haksızlıkların, zulümlerin, cinayetlerin bitmesi, sona ermesi için bir karar talebinde bulunur. Gelen İlahî karar, cihad edilmesi hükmüdür. Sezai Karakoç burada Bakara 193, 217 ile Enfal 39 ayetleriyle Mâide 32 ayetine telmihte bulunur:
Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir
Ve haksız yere insan öldürenin cezası ölüm
Ve fitne, arzı fesada verme, daha büyük suç adam öldürmekten
Fitne bastırılıncaya kadar savaşın! Yeryüzünden fesat kalkıncaya kadar
Sonra bu emrin muhatabının, kimler olduğuyla şiiri sonlandırır:
Ey insanlık, ey insanlar
Ey gündüzden daha gündüz,
Hakikatten daha hakikat
Müslümanlar.
Üstad Sezai Karakoç’un, Kudüs ile iki şiirinden sonra şimdi de ‘Kudüs Acısı’ başlıklı yazısına bakalım. Yazı, yazarın ‘Günlük Yazılar II’ alt başlığını taşıyan Sütun’da yer almaktadır.(6)
Kitabın başındaki nottan söz konusu yazının; 4 Aralık 1967 ile 30 Eylül 1968 tarihleri arasındaki bir günde, Sabah gazetesinde yazıldığı anlaşılmaktadır. Yazı neredeyse elli bir yıllık bir geçmişe sahiptir. Yazının ilk paragrafı, tek bir cümleden ibarettir: “Kudüs, kutlu bir şehirdir.” (sf. 410) Hz. Âdem’den bu yana bütün peygamberlerin, tek bir dini anlattığını söyleyen Karakoç; Hz. İbrahim’in, Mekke’yi merkez kılmasından sonra dinin gelişme döneminde, Kudüs’ün ikinci büyük merkez vazifesi gördüğünü söylemektedir. Ardından bu dönemin, Hz. Musa’dan Hz. İsa’ya kadar olduğunu belirtir. Dinin, üçüncü ve sonuncu büyük gelişme döneminin merkezi, Peygamberimiz Muhammed (a.s.) zamanında, yeniden Mekke olmuştur.
"Bin üç yüz yıldan beri Müslümanların elinde bulunan kutlu Kudüs şehri, şimdi esirdir. Bu acıyı duyanlar, şimdi nerededirler? Peygamberler şehri, ikinci kıble şehri, Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s Sahra; Mirac’ın ikinci durağı, kutlu Kudüs şehri tutsaktır. Bu acıyı duyanlar nerededir?”
Sezai Karakoç, Kudüs’ün kutlu bir şehir olmasını şöyle açıklamaktadır: “Mekke, Müslümanların kıblesidir. Kâbe’nin, putlarla dolu olduğu bir dönemde; kıblelik ödevini, Kudüs görmüştür. İşte bunun için Kudüs’ün kutluluğu inkâr götürmez.” (sf. 411) Miracın hatırası olan; Mescid-i Aksa ile Kubbetu’s Sahra artık Müslümanların elinden çıkmıştır. Yazar şu acı soruyu sorar: “Bin üç yüz yıldan beri Müslümanların elinde bulunan kutlu Kudüs şehri, şimdi esirdir. Bu acıyı duyanlar, şimdi nerededirler? Peygamberler şehri, ikinci kıble şehri, Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s Sahra; Mirac’ın ikinci durağı, kutlu Kudüs şehri tutsaktır. Bu acıyı duyanlar nerededir?” (sf. 411)
Sezai Karakoç, Kudüs’ün öneminin sadece dinî ve manevî olmadığını ifade ettikten sonra onun, jeopolitik bakımdan Ortadoğu’nun en hâkim tepelerinden biri olduğuna dikkat çekmektedir. Şu cümlesi ne kadar manidardır: “Ona hâkim olan, Ortadoğu’nun kalbine oturmuş, en nazik yerden içine doğru girmeye başlamış demektir.” (sf. 411) Avrupa’nın, Kudüs’ün Müslümanların elinden çıkmasından gayet memnun olduğunu, onu işgal edenleri bir tür kendi akıncıları gibi gördüğünü söylemekte; Papa’nın gözyaşlarının sevinç gözyaşları olduğunu, Papa’nın İsrail ile Kudüs’ü paylaşma niyetinde olduğunu belirtmektedir.
Sonra sözü, Müslümanlara getirip şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kimse uyumuyor dünyada. Tek uyuyan biziz, biz Müslümanlar.” (sf. 412) Ülkemizdeki batıcıların, devrimcilerin, marksistlerin Kudüs’ün elimizden gitmesine, zerrece üzülmediklerini, bu konuda tek satır dahi yazmadıklarını hatta sevindiklerini söylemektedir. O gün şöyle bir tehlikeye dikkat çekmiştir, Üstad Sezai Karakoç: “Bugün Kudüs gitti. Allah korusun, yarın gözleri Şam’dadır. Sonra Bağdat’ta, Mekke’de, İstanbul’dadır.” (sf. 412)
Tarihin, en hassas dönemlerinden birinde yaşadığımıza işaret eden Karakoç, “Var olmak veya yok olmak dönemindeyiz” demektedir. İstanbul üzerinde üç ihtirasın çatıştığını, bunların ilk ikisinin Ruslar ile Yunanlılar olduğunu belirttikten sonra üçüncüsü hakkında şunu söylemektedir: “Nihayet, Filistin topraklarında İslâm ülkelerini fethe çıkan emperyalizmin, göz diktiği yerlerin başında; şüphesiz İstanbul gelmektedir.”
Esir Kudüs’ün, gözümüzün önünde en trajik bir örnek olduğunun altını çizen Sezai Karakoç, yazısını şu soruyla bitirmektedir: “Peygamberler şehri, kendi diliyle bütün bunları bize açık açık anlatıyor ama bu acıyı duyanlar, bu çığlığı işitenler, öldürülen Müslümanların sesini unutmayanlar, nerededir?” (sf. 412)
Evet, yaklaşık elli yıl önce Sezai Karakoç, Kudüs’e böyle bakmış; Kudüs’ü böyle görmüş. Geçen bunca yılın ardından Kudüs’ün acısı, Kudüslüler’in acıları artarak devam etmiştir. Yazarın, Bağdat ve Şam öngörüsü çıkmıştır. O; önce Şam, sonra Bağdat demiştir, ancak biz önce Bağdat’ın yıkılışına şahit olduk, şimdi Şam’ın yıkılışına içimiz kanayarak şahit olmaktayız. Mekke’yi, İstanbul’u, Allah korusun.
Kudüs’ü içimize, gönlümüze, yüreğimize nakşeden, elli yıldır Kudüs hassasiyeti vurgusu yapan Sezai Karakoç’a toplum ve ümmet olarak çok şey borçluyuz. Onun bu endişesini, bu acısını, bu hüznünü dert edinenler; onun sorduğu sorulara sağlıklı cevaplar verebileceklerdir. O elinden geldiğince yazarak, haykırarak görevini yapmıştır. Onun açtığı yoldan, birçok yazar yürümüş; birçok insan duygu ve düşünce olarak ondan beslenmiştir. Kudüs ve Mescid-i Aksa ne zaman gündeme gelse onun bir klasik hâline gelmiş şiir ve yazıları dilden dile, gönülden gönüle akıp gitmektedir.
Mustafa Özel
Roger Garaudy’nin kaleminden İsrail sorunu
Roger Garaudy’nin üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri de İsrail-Filistin problemiydi. Konu üzerine kaleme aldığı eserlerinde İsrail-Batı ilişkileri, İsrail Devleti’nin kendisini meşrulaştırmak için kullandığı araçları ve Filistin topraklarındaki zulmü korkusuzca dile getirdi.
Garaudy, eserlerinde, zengin ülkeler ile fakir ülkeler arasındaki uçurumun altını çizerek ve “Piyasa tektanrıcılığı”, batı toplumunun kâr ve bireyciliğin peşinde dizginsizce koşuşunu yerden yere vurarak, eserlerinde önemli hadiselerinin çoğunu gündeme getirmiştir.
20. yüzyılın büyük filozoflarından Garaudy, 17 Temmuz 1913’te Marsilya’da doğmuştur. Anne ve babasının herhangi bir dini benimsememesine karşılık Roger Garadudy, on dört yaşında iken “Hayatının bir anlamı olması gerektiğini düşündüğü için” Hıristiyanlığı kabul etti. Öğrenciliği sırasında komünizmi yoksullara sahip çıkan bir sistem olarak görüp 1933 yılında Komünist Partisi’nin gençlik kollarına katıldı ve otuz yedi yıl boyunca parti kademelerinde çalıştı.
Eserleri, konferansları ve eylemleri sayesinde oldukça ünlenen Garaudy, partide de yükseldi. II. Dünya Savaşı sırasında gösterdiği kahramanlıklardan ötürü kendisine şükran madalyası verildi. Fransız hükümetinin Hitler’le anlaşmasını kışlada protesto eden bildiriler hazırladığı için Cezayir’e sürgün kampına gönderildi. Otuz üç ay hapis ve kamp hayatı yaşayan Garaudy, kamp subayının emrine karşı geldiğinden kurşuna dizilecekken İbâzıyye mezhebinden olan Müslüman askerlerin, “İnancımızda silâhsıza ateş edilmez.” şeklindeki itirazları sayesinde kurtuldu. Filozof Gaston Bachelard’ın yanında tez hazırlayarak Sorbonne Üniversitesi’yle Moskova Bilimler Akademisi’nden felsefe alanında doktor unvanı aldı; felsefe ve estetik profesörü oldu.
İdealine en uygun din İslâm’dı
Almanca, İngilizce, Rusça ve Müslümanlığı benimsedikten sonra Arapça öğrendi. Milletvekili, senatör ve meclis başkan yardımcısı sıfatıyla on altı yıl parlamentoda görev yaptı. Marksist Millî Araştırmalar Merkezi müdürlüğünde bulundu. Bilimsel araştırmaları yanında üniversitede felsefe ve estetik dersleri verdi. Dünyanın önde gelen siyaset, sanat, edebiyat, bilim ve Birliği tarafından işgalini eleştirdiği için 1970’te Komünist Partisi’nden ihraç edildi.
Garaudy, ömrünün sonuna kadar insanlığın yararına olacak sistem, yöntem ve uygulamaları bulup ilân etmek için dünyayı dolaştı. Sonunda idealine en uygun din olarak İslâm’ı gördü ve 2 Temmuz 1982’de Cenevre’de Müslüman olmuş ve ardından Umreye gitmiştir. Müslüman olan Garaudy, İslâm’ın insanlığı Allah, insan ve tabiatla yeniden buluşturacağına, böylece dünyaya egemen olan Batı medeniyetini ıslah edip dünyamızı intihardan kurtarabileceğine inanmıştır.
Birçok kitabında İslâm’ın namaz, oruç, hac ve kurban ibadetlerinin kişiyi Allah’la ve insanlıkla buluşturması açısından son derece önemli olduğunu, insanın ibadetlerle manevi yönden âdeta kanatlanıp uçtuğunu çarpıcı bir üslûpla dile getirir; bu ibadetlerin Müslümanlar tarafından ruhen yeterince özümsenmemesinden ve ruhsuz bir şekilciliğe büründürülmesinden yakınmıştır. Müslümanların yeniden yükselmesi için kendi çağlarının problemlerini, o dâhi müctehid imamların formüllerini tekrarlayarak değil onların metotlarından ilham alarak halletmeleri gerektiğini her ifadesinde belirtmiştir. Garaudy, 13 Haziran 2012 tarihinde Paris’te vefat etti.
“İslâm, çağları arkasından sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise çağların arkasından sürüklendi. Yani, İslâm dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi, değiştirildi. Kur’an’ı Kerim ise indirildiği günden beri her zamana hükmetti. O zamanı değil zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu çağlar üstü bir olaydır.”
İlâhî Mesajlar Toprağı Filistin
Bu kitap, dinler ve medeniyetler beşiği Ortadoğu’nun, özellikle de onun kalbi durumundaki Filistin’in dünü ve bugünü ile Batı’nın bu bölgeye yönelik dünden bugüne süregelen saldırılarını geniş kapsamlı ve bol kaynaklı olarak irdelenmiş. Garaudy, kitapta İsrail devletinin Batı dünyası ortak yapımı olarak nasıl ve ne maksatla kurulduğunu ve niçin ayakta tutulduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Eserde ABD’nin İsrail’in bir tür sömürgesi durumunda olduğuna dikkat çekiliyor.
“Filistin’de bir ‘Yahudi Devleti’ isteyen kimseleri, göz diktiğimiz toprağın Türk yöneticilerini tahrik etmekten uzak duran bir formülle dillendirmek için dolambaçlı bir ifade bulmamız gerektiğine ikna etmek konusunda elimden geleni yaptım. Devletin eş anlamlısı olarak ‘Milli Yuva/Heimstatte’ tabirini teklif ettim. İşte o çok tartışmalı ifadenin tarihi budur. Kapalı bir anlamı vardı, fakat hepimiz onun ne manaya geldiğini biliyorduk. O sıralar bizim için bu tabir “Judenstaat/Yahudi Devleti” anlamına geliyordu, aynen bugünkü anlamı gibi... Fakat şimdilerde artık gerçek amacımızı gizlemeye sebep kalmadı.”
Kitapta Filistin halkına uygulanan zulüm ve baskının tarihi kökenlerine de inilerek Siyonistlerin Yahudileri diğer bütün milletlerden üstün gördüklerinin belgeleri sunuluyor. İsrail’in bir numaralı kurucu babası Theodor Herzl’in II. Abdülhamid ile yaptığı pazarlıklar da bizzat Herzl’in yayınlanmış “Günlükler”indeki notlarından yola çıkılarak açıklanıyor.
“İnsan tarafından hayvani hayatın aşılışına tanıklık eden aletin doğuşundan daha da önemlisi imandır, çünkü o, insanın ölülere karşı gösterdiği tutumla, hayatın biyolojik hayatla sınırlı olmadığını ortaya koyar. İnsan sadece alet imal eden hayvan değildir: O, mezarlar ve mabetler inşa eden tek hayvandır…”
İsrail Mitler ve Terör: Roger Garaudy, yıllar evvel hiçbir yayınevi kabul etmediği için ağır hapis ve para cezasını göze alarak, kendi imkânlarıyla yayımladığı “İsrail, Mitler ve Terör”de bu konuları araştırıp incelemiştir. Garaudy, kitabında ucu herkese dokunan bir yalanın perde arkasını anlatıyor. Ayrıca eserde, efsane veya mitlerin dünya siyasetini nasıl yönlendirdiği de sergileniyor. Kitap; tarihiyle, teolojik efsaneleriyle, lobi faaliyetleriyle, efsanelerin siyasi kullanımı etrafındaki tartışmalarıyla İsrail’i anlatıyor. İsrail’in nasıl kurulduğu, İsrail’in bağımsız bir devlet olması alışanlara yön veren efsanelerin yol açtığı yıkımları mercek altına alıyor.
İsraillilerin kendileri ve Filistinliler hakkında ne düşündükleri, Amerika’da var olan İsrail lobi faaliyetlerinin temsilcileri, İsrail için Amerika’yı etkiledikleri düşünülen çevrelerin önde gelen simaları ve bunların muarızları, tarihçiler, siyasetçiler, akademisyenler, eylemciler, holokost kurtulanları ve daha onlarca tartışmalı konu Garaudy’nin titiz bakış açısıyla irdeleniyor. Amerika ve İsrail’in ü politikaları hakkında yazılmış kitaplardan farklı olarak, Garaudy’nin kitabında konunun arka planı gözler önüne serilerek, çeşitli kesimlerin bu konudaki istismarı aydınlatılmış. Garaudy, kitapta bu konudaki hedefini şu cümleyle özetlemiş: “Temeli itibarıyla böylesine utanç verici olan siyaset, belli bir kamuflajı gerektirir ki benim kitabım da işte bunu ortaya çıkarmayı hedefliyor.”
İsrail’in yıllardan beri sürdürdüğü saldırıları ve katliamları dinen haklı göstermeye çalışan bu ideolojik kamuflaj ise İbrani tarihinin ve siyonizmin dayandırıldığı efsanelerden, daha doğrusu bunların sömürgeci bir anlayışla yorumlanmasından oluşmaktadır. Garaudy, bu efsaneleri teolojik efsaneler ve 20. yüzyıl efsaneleri olarak iki bölüme ayırmış. Teolojik efsaneler bölümünde “Vaad edilmiş toprak efsanesi”, “Seçkin millet efsanesi”, “Yeşu (etnik temizlik) efsanesi” gibi efsaneleri ele alıyor ve bunların bilimsel araştırmalarla çeliştiğini, tarihi gerçekler olarak ele alınamayacağını, dini ve tarihi kaynaklara dayanarak anlatıyor.
20. yüzyıl efsaneleri bölümündeyse II. Dünya Savaşı yılları, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma çalışmaları, savaş sonrası kurulan Nürnberg Milletlerarası Askeri Mahkemesi, Holokost efsanesi, topraksız halk için halksız toprak efsanesi gibi yakın tarihin tartışılan konuları üzerinde duruluyor. Tarihi belgeler ortaya konarak Siyonist tarihin bu mevzuları nasıl çarpıttığı gözler önüne seriliyor. Bu kitap, İsrail politikasının kurucu efsanelerini anlamak isteyenler için bir başvuru kaynağı. İsrail, Mitler ve Terör, etnik temizliğe yol açan efsaneleri çökerten eleştirel çalışmaların parlak, incelikli örneklerinden biri.
“Sadece Ortadoğu’da değil, günümüz dünyasında da en büyük zarar ve ziyanı vermeye devam eden yalanlardan biri üzerinde durmak istiyoruz. Bu yalan, altı milyon Yahudi’nin öldürülmüş olduğu efsanesidir. Bir dogma haline getirilen ve kutsallaştırılan bu efsane, İsrail devletinin Filistin’de, bütün Ortadoğu’da, ABD’ de ve ABD aracılığıyla bütün dünya siyasetinde yaptıkları haksızlıkları ve milletlerarası her türlü hukukun üstüne yerleştirerek işledikleri bütün zulümleri mazur göstermek için istismar edilmektedir.”
“İsrail Sorunu”, asla Yahudilere hakaret etmeyen, sadece siyasi Siyonistlerin gizli ve açık bütün emellerini gözler önüne seren belgelere dayalı bir kitaptır. Kitap, doğrudan doğruya İsraillilere ve Diaspora Yahudilerine değil, Ortadoğu’da ve dünyada barış olsun isteyen herkese seslenen ve bütün insanlığın iyiliği iç