Allah-Evren-İnsan ilişkisi ve deizm tartışmaları
Deizm, Allah'a inanan fakat dinleri dikkate almayan bir düşünce biçimi olarak tanımlanabilir. Günümüzde bazı gençlerde deizme yönelim olmasının nedeni olarak, siyasi ya da toplumsal görüşlerin din gibi sunulması ve bu duruma gösterilen tepkiyi sayabiliriz. Bazı dayatma yorumları kabul etmeyen, ancak ateist de olmak istemeyen gençler, kendilerini genellikle "deist" olarak tanımlamaktadır. Bu tercih çoğu zaman felsefi bir temele, bir Tanrı tasavvuruna dayanmaz. Aslında, bu gençler din konusunda daha doğru bilgiye ve aydınlatıcı kişilere ulaşamadıkları için kendilerini boşlukta hisseder, dini konu ve tartışmalardan uzak durmaya çalışırlar.
Deist düşüncede Allah'ın, yeryüzüne ilk dokunuşundan sonra hiçbir şeye müdahale etmeyeceğini iddia eden durağan Tanrı anlayışı hâkimdir. Ancak bu yönelimdeki kişiler bazen panteizme (her şey Tanrı'dır düşüncesi) de kayabilmektedir.
Oysa İslami düşünce sistemi, özellikle tasavvufi öğreti, Allah'ın sürekli olarak varlık âlemine tecelli ettiğini ve âlem ile dinamik bir ilişki içinde olduğunu savunur. Mevlânâ, İbnü'l-Arabî ve diğer Anadolu erenleri Allah ve evren arasındaki ilişkiyi Kur'an ve Hadis ışığında açıklayan bir kâinat tasavvuruna sahiptir. Bu kâinatı okuma tasavvuru Vahdet-i vücûd anlayışı ya da yorumu olarak da ifade edilebilir.
Muhyiddin Arabî bu varlık anlayışının simgeleşmiş en ünlü ismidir. Ortaya koyduğu âlem (evren) tasavvuru Allah-âlem-insan ilişkisinin sırlarını nübüvvete uygun bir şekilde açıklamıştır ve yüzyıllardır tartışılmaktadır.
Vahdet-i vücûd anlayışı, İslam dinini özümsemiş bir aklın en üst noktada kullanılmasını gerektiren ve insanlığın aradığı Allah-âlem-insan ilişkisini açıklama iddiasında olan önemli bir düşünce sistemidir. Özellikle günümüz gençliğinin önüne kolay anlaşılır bir şekilde Allah-âlem-insan ilişkisini açıklayan, alternatif bir düşünce sistemi konulabilmesi önemli bir zenginlik olacaktır. Bir kişide, Müslümanda aklı ve ruhunu tatmin edecek bir kâinatı okuma anlayışı (Allah-âlem-insan ilişkisinin izahı) ve doktrini olmalıdır.
Anadolu'da geçmiş pratiği ve kültürel birikimi olan vahdet-i vücud anlayışının günümüze aktarılması, özellikle âlem, varlık ve yaratılış ile ilgili gençliğin sorulara çözümler sunulmasını mümkün kılabilir. Yunus Emre, Mevlana başta olmak üzere Anadolu tasavvuf ekolünün düşünce mimarları, bu anlayış ile varlık âlemini yorumlayarak yaşadıkları dönemin dini ve kültürel hayatında derin izler bırakmışlardır.
Bugün sadece batı gençliği değil, bizim gençliğimiz de ateizm ve deizm tartışmaları içinde bocalamaktadır. Bu nedenle hakikat arayışındaki insanlığa, Allah-âlem-insan ilişkisi konusundaki sorularına tatmin edici açıklamalar yaparak bir yorum sunulmalıdır. Beraberinde Türk gençliğini, sosyal medya ve deizm bataklığında debelenmekten kurtarmak için önüne onun seciyesine uygun ülküler konulmalı ve ona örnek rol modeller sunulmalıdır.
Felsefenin ve kelamın tıkandığı hususlarda "Varlık, Âlem ve Allah ile irtibat nasıldır?" sorularına doğru cevaplar verilmelidir. Mevlânâ veya Muhyiddin Arabî gibi Anadolu erenleri ile simgeleşen varlık anlayışı ve ortaya koyduğu âlem tasavvuru, bugün gençliğinin felsefi sorularına cevap verebilecek önemli ve doğru bir adrestir. Şunlar serbest, şunlar yasak şeklinde sınırlı izahatların ya da siyasi yorumların din olarak sunulması arayıştaki gençliği felsefi olarak tatmin etmemektedir.
Kültürel ve dini bir zenginliğimiz olan Anadolu vahdet-i vücûd ekolünü referans alarak soyut konuların anlaşılmasını kolaylaştırıcı dijital teknoloji ile oluşturulmuş modeller, resim ve animasyonlar geliştirilmeli ve başta gençliğimiz olmak üzere insanlığın idrakine sunulmalıdır.
Özellikle nübüvvet düşüncesinden uzak batı felsefesine dayanan nihilizm, panteizm, agnostizm vb. gibi akımlarına alternatif tasavvuf felsefesinin kâinatı yorumlama ve varlık anlayışı bir alternatif olarak gençliğimize sunulmalıdır. Bu sayede küresel güçlerin oyuncağı olan katı ve sapkın dini akımların anlamsızlığı ve tutarsızlığı felsefi olarak ortaya konulabilir. Bu ruh inkılabı ile beraber Türk gençliği kâinat devletini kuracaktır.
Yeni Türk devletinde Milli Eğitim müfredatlarına tasavvuf edebiyatı, divan edebiyatı ve halk edebiyatı konuları içerisinde Anadolu erenleri ve tasavvuf anlayışının serpiştirilmesinde bu sohbetlerin katkısı olmuştur. Bu müfredat ile liseli gençlerde Anadolu Türk İslam aidiyeti oluşturulmaya çalışılmış ve Âlem-Allah-İnsan münasebetinin nasıl olduğu edebiyat dersi içerisinde verilmiştir.
Bu yolla gençlerin o dönem yaygın olan bolşevik-ateist, panteist felsefelerden etkilenmeleri önlenmeye çalışılmıştır. Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş, İbnü'l-Arabi, Fuzuli, Itri, Süleyman Çelebi (Mevlid) gibi isimlerin İslam tasavvuf yorumu içeren eserlerine lise müfredatında yer verilmiştir.
Bu vesile ile ben de, lise yıllarımda (1981-1984) edebiyat derslerinde Anadolu erenlerinin tasavvuf yorumları ile tanışma fırsatı bulduğum için minnettarım.
Akıl, âlemi tanımada eksiktir
Beşerin akıl ve bilgisi, tam anlamıyla insanı, varlık âleminin sırlarını tanımada eksik ve yanlıştır, oysa beşeri yaratan, yaratıcının kendi yarattığı şeyi tanıdığı hükmüyle, insanı, onun varlığının boyutlarını ve sırlarını tam olarak tanımaktadır
Aklın hidayetlerinin İlahî hidayetlerin yerini alabileceğini sananların şu iki noktaya dikkat etmeleri gerekir:
1- Beşerin akıl ve bilgisi, tam anlamıyla insanı, varlık âleminin sırlarını, onun varlık âlemindeki seyrinin geçmiş ve geleceğini tanımada eksik ve yanlıştır, oysa beşeri yaratan, yaratıcının kendi yarattığı şeyi tanıdığı hükmüyle, insanı, onun varlığının boyutlarını ve sırlarını tam olarak tanımaktadır. Kur'an-ı Kerim bu delile değinerek şöyle buyuruyor:
"Yaratan (yarattığı şeyi) bilmez mi? O Latif'tir (bilgisi her şeyin içine geçen, her şeyi) haber alandır." (Mülk, 14).
İnsan kendini sevme içgüdüsü gereğince, bilinçli veya bilinçsiz olarak, sürekli kişisel menfaatlerinin peşindedir ve programlarında kişisel ve grupsal menfaatlerini tam olarak görmezlikten gelememektedir. Doğal olarak beşerin programları tamamen kapsamlı değildir fakat peygamberlerin programı Allah Teâlâ tarafından olduğu için; böyle bir eksiklikten münezzehtir.
Bu iki noktayı nazaran, beşerin her zaman İlahî hidayetlere ve peygamberlerin programlarına muhtaç olduğunu söyleyebiliriz.
Nitekim İmam Ca'fer son peygamberin gönderilişi ile ilgili olarak şunları söylüyor:
"İblis dört kere acıyla feryat etti. Birincisi lanetlendiği gün, ikincisi yeryüzüne indirildiği gün, üçüncüsü peygamberlerin ardından geçen uzun bir fetret döneminden sonra Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirildiği gün, bir de Fatiha Sûresi nâzil olduğu gün." (Biharu'l Envar, c. 11, s. 145).
Peygamberliğin hedeflerini göz önünde bulundurarak Kur'an-ı Kerim'in bu meseleye bakışının da aklî bir tahlil olduğunu unutmamak gerekir.
Kur'an-ı Kerim, peygamberlerin gönderilmesinden izlenen hedefin şunlar olduğunu bildirmektedir:
1- Tevhid temellerini sağlamlaştırmak ve bu konuda her türlü sapıklıkla mücadele etmek. Nitekim şöyle buyuruluyor:
"And olsun, Biz her millet içinde, 'Allah'a kulluk edin, tâğut(a tapmaktan)tan kaçının' diyen bir elçi gönderdik." (Nahl, 36).
İşte bu amaçla Allah'ın peygamberleri sürekli müşriklerle çatışmış ve bu yolda büyük sıkıntılara göğüs germişlerdir.

